9 Şubat 2020 Pazar

Ekonomik Büyümenin Nitelik Sorunu

Az gelişmişlik büyük oranda nitelik sorunudur ancak bu sınıftaki ülkeler büyük bir yanılsama ile sorunlarını çözmek ve gelişme yolunda atım atmak için nitelikten ziyade niceliğe odaklanırlar. Ekonomik büyüme konusu da bu tartışmanın en önemli başlıklarından birisidir.

Gelişmek isteyen ülkeler düşük olan milli gelirlerini arttırmak ve gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarmak için hızlı ekonomik büyümeyi temel öncelik olarak görürler. Ekonomik büyümenin niteliği ve kapsayıcılığı konusu bu yüzden arka plana itilir.  

Uzun zamandır Türkiye ekonomisinin büyüme modeli ve stratejisi üzerine büyük bir tartışma yaşanıyor. Yıllardır tüketim ve kamu harcamaları odaklı büyüme yaklaşımını benimsemiş, banka kredisi ve borçla ile beslenen bu mekanizmanın bir ucuna inşaatı ve diğer ucuna da ithal ürünleri yerleştirmiş bir ekonomik büyüme modelinden bahsediyoruz. Dışarıdan aldığı borçla bir yandan tüketimi artıran bu model, bir yandan da kamu harcamalarına gaz vererek, topluma, kendileri tarafından üretilmemiş/kazanılmamış ama borçla ve bolca tükettiği tozpembe bir ülke manzarası sunuyor.

Bu ülkeye 2002 yılından itibaren özelleştirme, kamu ihaleleri ve doğrudan yabancı sermaye girişi sayesinde 600 milyar dolardan fazla para girişi oldu. Diğer bir ifadeyle, bugün kullandığımız yollar, evler, kamu binaları, barajlar, köprüler, araçlar, akıllı telefonlar ve bu sanal refahın unsuru olan ne varsa, bizim üreterek, kendi paramızla yaptığımız yatırımlar veya tüketimler değil. Kamu ve özel sektörün toplam dış borcu 450 milyar doların üzerinde. Doğrudan yabancı sermaye girişi ve özelleştirme ile birlikte ülkeye giren 600 milyar dolardan fazla parayı ithalata, lüks tüketime, inşaata, çılgın projelere, dolayısıyla büyük oranda verimsiz ve geri dönüşü olmayan alanlara harcadık. Elbette ki bunların bazılarından kısmen yararlı sonuçlar da elde ettik. Ama pek çoğu gelecek nesillere, hem de bugünkünden kat kat fazla bir borç yükü olarak kaldı, kalacak.

Büyümemiz hep borç ve krediyle mi olmak zorunda? Neden istikrarlı ekonomik büyüme sağlayamıyoruz? Ekonomik büyüme neden toplumun bütün kesimlerinde aynı şekilde hissedilmiyor? Bu kadar büyük bir hızla büyüdüysek ve gerçekten toplum zenginleştiyse neden hâlâ büyük bir fakir insan kitlesini sosyal yardımlarla ayakta tutmak zorunda kalıyoruz? Neden işsizlik tarihi rekorlar kırıyor? Gençler neden büyük oranda işsiz? Gelir dağılımında adalet niçin sağlanamıyor ve bu konuda doğru dürüst bir mesafe alınamıyor?

Bu soruların cevapları ekonomik büyümenin nitelikleri ile ilgili aslında. Bunu açıklarken ekonomik büyüme hesabından bazı çıkarımlar yapmak gerekiyor.

Büyümenin Kaynakları

Ayrıntıları çok fazla olan ve teknik bir konu olması nedeniyle sadeleştirerek açıklarsak, harcamalar yöntemine göre milli gelir hesaplanırken dikkate alınan dört önemli faktör var. Bunlar;  özel tüketim harcamaları, firmaların yatırım harcamaları, kamu harcamaları ve dış ticaret (ihracat eksi ithalat).

Uzun yıllar ortalamasına bakıldığında, zaman zaman olumlu veya olumsuz bazı değişimler olsa da, Türkiye’de büyümenin ana kaynakları özel tüketim harcamaları ve kamu harcamaları olmuştur. Aşağıdaki şekli yukarıdan aşağıya doğru iki eş parçaya bölsek, solda kalanlar, diğer bir ifadeyle özel tüketim harcamaları ve kamu harcamaları Türkiye’nin ana büyüme kaynaklarıdır. Sağ kısımda kalan bölüm, diğer bir ifadeyle firmaların yatırım harcamaları ve dış ticaret kısmı ise büyümeye desteğin daha düşük kaldığı veya negatif etki yapan bölümler olmaktadır.


Tabi ki bir ülkede özel tüketim harcamaları ve kamu harcamaları her zaman olacak. Ancak üretmeden, yurtdışına satıp kazanmadan neyi - ne kadar tüketebiliriz? Daha açıkça sormak gerekirse, yeterince yatırım yapmadan, mal üretip satmadan ve ihracat yapmadan, yaptığımız harcamaların kaynağı ne olur? Daha yüksek vergiler, borç, Merkez Bankası’nın kaynakları ile bu açığı finanse etmek doğru mu? Bu nedenle büyümenin ana kaynağının yatırımlar ve ihracat gelirleri olması gerekiyor. Bu ayrımı yaptıktan sonra konuyu biraz daha detaylandıralım.

Özel Tüketim Harcamaları

Özel tüketimi besleyen, hızlandıran kaynaklar nedir? İnsanlar rutin gelirleri ile rutin harcamalarını yaparlar. Ekstra bir ekonomik büyüme katkısı için insanların rutin gelirlerinden fazlasını harcamaları gerekir. Bu durumda çözüm, ya daha çok çalışarak daha fazla gelir elde etmek ya da kredi mekanizmasına başvurmaktır.

Türkiye’de ortalama çalışan başına verimlilik hızlı artmadığına ve gelirler de hızlı bir şekilde yükselmediğine göre, özel tüketimi besleyen rutin dışı kaynak banka kredileridir. Bunun göstergesi faiz giderinin ve toplam kredi hacminin Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYIH) oranıdır. Faiz oranı 2003 yılının altında olmasına rağmen faiz giderinin GSYH’ya oranı yüzde 2,14’den yüzde 7,20’lere çıkmış durumda. 2003 yılında ekonomide kredi kullanım oranımız yüzde 14,1 iken son dönemde bu oran yüzde 70’ler sınırında seyrediyor. Netice itibariyle tüketimi besleyen şey verimlilik ve ücret artışlarından ziyade, kredi hacmindeki artış olmuş. Özel tüketim sonsuza kadar kredi kanalından beslenebilir mi? Bunun bir sınırı var. Şu anda o sınırdan uzak değiliz.  

Kamu Harcamaları

Kamu harcamaları, büyük oranda vergilerle beslenir. Vergiyi tabana yayamamış, diğer bir ifadeyle vergi ödemesi gereken herkesi vergi mükellefi yapamamış bir ülkede vergi gelirleri, harcamaları karşılamaya yetmez. Vergi sistemindeki sorunlara siyasi popülizm de eklenince, bütçe açık verir. Ekonominin durgunlaştığı dönemlerde kamu harcamaları yoluyla ekonomiyi canlandırmak istenince bu açık çok daha büyük hale gelir. Vergi gelirlerinin azlığından kaynaklanan açıklara bu olağanüstü harcamalar da eklenince; para basmak, vergileri arttırmak ve/veya borç almak seçeneklerinden başka çıkar yol kalmaz.

Son yıllarda durgunluktan kaynaklı düşük talep, azalan kârlar ve minimalize olan ithalat, vergi gelirlerinin azalmasına neden oldu. Seçim üstüne seçim yaşanınca popülist harcamalar arttı. Kamu özel işbirliği adı altında yapılan yatırımların müşteri taahhütleri karşılanamayınca bütçeden ek ödemeler yapmak gerekti. 2019 başında bütçe açığının Gayrisafi Yurtiçi Hasılaya oranının yüzde 1,8 olması hedeflenmişti. Ama evdeki hesap çarşıya uymayınca bu oran yüzde 2,9’a revize edildi.

Ekonomi yönetimi 2019 yılında kendine ekstra kaynaklar yaratmak için Merkez Bankası’nın yedek akçesini ve erkene alınmış ve uzmanlarınca yüksek gösterildiği hesaplanan kâr payını da bütçeye aktardı. Ayrıca Merkez Bankası’nın yeniden değerleme fonunun da kullanılacağı ile ilgili söylentiler de ortalıkta dolaşıyor. Bedelli askerlik, imar barışı gibi uygulamalarla tek seferlik gelirler de elde edildi. Bütün bunlara rağmen bütçe açığı artmaya devam ediyor. Bu noktada da sırtımız duvara dayandı ve gidecek pek fazla yerimiz kalmadı. İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin yakın geçmişte yaşadığı krizler aklımızın bir köşesinde dururken, yoğurdu üfleyerek yemek gerekiyor.  

Özel Sektör Yatırımları

Burada iki önemli konu var. Bunlardan birincisi, firmalar son dönemde yatırım yapıyorlar mı? İkincisi, yatırım yapıyorlarsa bu yatırımların teknolojik düzeyi ne durumda?

Aşağıdaki tabloda da gördüğünüz gibi yatırımların düzeyi son dönemlerde sürekli eksi seviyelerde kalıyor. Firmalar yeni yatırım yapmak yerine mevcut yatırımların kapasite kullanım oranlarını yükselterek talepleri karşılıyorlar. Kapasite kullanım oranları sınıra dayanmasına rağmen yeni yatırım yapılmamasının sebebinin sadece ekonomik olmadığını artık sağır sultan bile duydu.  Ayrıca teşviklerle bir yere varılamadığı açıkça görülüyor. Bunca teşvike rağmen yatırımların artmaması, yatırımcının başka bir beklentisi olduğunu anlatıyor.

Yatırımların teknolojik düzeyi konusunda da yeterli noktada değiliz. Önemli adımlar atılsa da teknoloji pahalı ve çoğunlukla ithal olduğu için bu alanda ilerleme kaydetmek kolay olmuyor. Ayrıca mevcut yatırımlarımızın ihracat pazarlarında da daralma olunca, bu konu daha fazla sıkıntılı hale geldi. Örneğin, TV, TV alıcısı vb. teknolojik ürünler ihraç eden Türk firmaları LCD ve LED teknolojilerinde yetersiz kalınca, Avrupa’da ulaştıkları pazarı büyük oranda kaybetti. Son dönemde savunma sanayi ürünleri ihracatında yaşanan gelişmeler olumlu olsa da toplam ihracat içindeki payları sınırlı kalıyor.   

Türkiye ekonomisinin temel sorunlarından birisi kendi yatırımlarını gerçekleştirmeye yetecek tasarruf düzeyine sahip olmamasıdır. Bu nedenle yatırım için yabancı sermaye girişine veya borçlanmaya ihtiyaç duyuyoruz.  Ancak uluslararası arenada yaşanan politik gerginlikler, jeopolitik sorunlar, hukuk ve adalet mekanizmasında yaşanan sıkıntılar nedeniyle yabancı sermaye girişi çok azaldı. Doğrudan yabancı sermaye girişi çok azalırken, yabancıların Türkiye’de en çok mülk satın aldıkları gözleniyor. Diğer bir ifadeyle, üretim alanlarında yatırım yapmak yerine durgunlukta ucuzlayan mülkleri satın alarak fırsatları değerlendirdikleri anlaşılıyor.

Dış Ticaret

1980’lerle birlikte ihracat odaklı büyüme stratejisine geçen Türkiye’de, ihracat çoğu zaman ithalatın altında kalmıştır. Çünkü daha çok ihracat yapabilmek için ara malına ve makine-teçhizata, diğer bir ifadeyle teknolojiye ihtiyaç var.  İhracatı arttırmak için her gaza bastığınızda ithalat da beraberinde artıyor. Bu nedenle dış ticaretin ekonomik büyümeye katkısı olumsuz oluyor.

Bunun istisnası kriz dönemleridir. Kriz dönemlerinde kur yükseldiği için ithalat yapmak pahalı hale geliyor. Bu nedenle kriz dönemlerinde ithalat ve dolayısıyla dış ticaret açığı ve cari açık azalıyor. 2018’de yaşanan kur krizi ile birlikte ve sonrasında (2019’un da büyük bölümünde) yaşanan da budur. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi 2018’in 3. çeyreğinden itibaren ithalatta eksi rakamlar görülüyor.

Başka önemli bir konu da hedeflerin büyük oranda sapmasıdır. 2023 yılı için 500 milyar dolar ihracat hedeflediğimiz halde 2019 sonu itibariyle 171 milyar dolar civarında kalmış görünüyor.  500 milyar dolar sadece bir hayal olarak karşımızda duruyor. Destekler, teşvikler bu konuda da yeterince işe yaramıyor.

İhracatta yüksek teknolojili ürünlere geçişin sağlanamaması diğer başlıktır. Yüksek teknolojili ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı yıllardır %5’in altında. İnşaata ve tüketime para ayırmaktan bu alana yatırım yapamadık. Beyaz eşya, elektronik alanındaki firmalar bile müteahhitliğe soyunup, AVM ve rezidans yapmaya başladı. Yıllık dış ticaret verilerine göre, 2019’da ihracatta yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 3,62 oldu. Bu oran ithalatta ise yüzde 15,3 seviyesinde gerçekleşti. Tutar olarak ifadesiyle 5,9 milyar dolarlık yüksek teknolojili ürün ihracatına karşılık, ithalat 23,6 milyar dolar oldu. Buna göre, Türkiye yüksek teknolojili ürün ticaretinde 17,7 milyar dolarlık açık verdi. Bu konuda geldiğimiz yol bir arpa boyunu geçmiş değil.

Tablo: Milli Gelir Kalemlerinin Değişim Hızları

2018-3
2018-4
2019-1
2019-2
2019-3
Tüketim
0,7
-7,7
-4,9
-1
1,5
Yatırım
-4,4
-11,6
-12,1
-22,4
-12,6
Kamu Harcamaları
6,9
5,3
6,6
3,4
7
İhracat
14,3
10,7
8,9
8,1
5,1
İthalat
-16,3
-24,3
-29,4
-17
7,6
Kaynak: TÜİK

Geldiğimiz Nokta

2018 yılında yaşanan olumsuz havanın etkisiyle yıllık ekonomik büyüme hızı %2,8 olurken, esas etki 2019 yılında oluştu ve büyüme hızı %0,5 civarında kalacak gibi görünüyor. 2019’da teşviklerin ve kamu bankaları aracılığıyla ucuz kredi dağıtmanın sonucunda 4. çeyrekte güçlü bir büyüme hızı çıkması bekleniyor. Yıllık %0,5 büyüme hızı ancak böyle yakalanabiliyor.

Türkiye gibi genç nüfusu fazla olan ve göçmen ülkesi haline gelmiş bir ekonomik yapıda uzun vadeli ortalama büyüme hızının en az %5 civarında olması gerekiyor. Bu oran tutturulduğunda makroekonomik denge korunabiliyor, işsizlik artmıyor. Daha düşük büyüme hızlarında işsizlik şu anda olduğu gibi artmaya devam ediyor. Genç işsizliğinin ürkütücü boyutlara geldiği Türkiye’de, geleceklerinden ümitli olmayan büyük bir nitelikli kitle yurtdışına yöneliyor veya devletten daha fazla beklenti içinde zor şartlarda yaşamaya devam ediyor.  

Uzun zamandır teşvik ve ucuz kredi ile büyümeye alışmış bir sistemi, üretim ve ihracat odaklı hale getirmek çok zor oluyor. Gerek yerli gerekse yabancı yatırımcı, teşviklerle bir yere gidilemediğini artık görüyor. Teşviklerin etkisi kısa bir dönemle sınırlı oluyor. Üstelik bütçe kısıtı içinde sonsuza kadar teşvik vermek mümkün görünmüyor.  Bu nedenle gerçek ihtiyacın teşvik değil reform olduğunu görmek gerekiyor.

Verimlilik konusunda gelişmiş ülke ekonomilerinin çok gerisinde kaldığımız ve bunu geliştirme noktasında attığımız adımların yavaş ve cılız olduğu çok açık.

Orta gelir tuzağına yakalanalı uzun yıllar oldu. Kişi başına ortalama gelirde 7 bin dolar ile 11 bin dolar arasında gezindik. Hala bu kısır döngüden çıkabilmiş değiliz. Şu anda 9 bin dolar seviyesine demir atmış bekliyoruz.

Ekonomik büyümenin kapsayıcı olmadığı net olarak görülüyor. Kapsayıcı kurumlardan ve toplumun geneline yayılan gerçek bir refah artışından bahsedemiyoruz. Bazı kişilerin ve firmaların, diğerlerinden daha fazla imkân elde ettiğini kimse inkâr edemiyor. Gelir eşitsizliğinin göstergesi olan Gini katsayısında belirgin bir iyileşme yok. 

Şimdi ne yapılıyor? Yine kamu bankaları aracılığıyla ucuz kredi dağıtılıyor. Finans sisteminde kamu bankaları üzerinden arka kapı yöntemleri kullanılarak kur düşük tutuluyor. Bu sürdürülebilir mi? Olmadığını bütün profesyoneller biliyor.   

Yapılması Gereken

Öncelikli olarak, sorunu ve gerçeği görmek ve tanımlamak, o sorunu çözmenin yarısı olarak kabul edilmeli. Gerçeği dillendirmemek ve gözlerimizi yummak, onun orada olmadığını göstermez.  

Teşvikler önemli olmakla birlikte, uzun vadeli ve kalıcı etkiye sahip ana faktörün reform olduğu unutulmamalıdır. 12 Eylül 2010 tarihinde halk oylamasıyla gerçekleştirilen anayasa değişikliğinden sonra reform kelimesinin ülke gündeminden kalktığını hepimiz görüyor ve biliyoruz.

Ekonomik büyümenin nitelikli ve sürdürülebilir olması için hukuk, demokrasi, özgürlük alanlarının geliştirilmesi, kurumların kalitesinin yükseltilmesi ve piyasanın işleyişine kural dışı müdahale etmeksizin çalıştırılması ve oyunun ortasında kuralların değiştirilmemesi gerekiyor.

Gerek kapsayıcı kurumların ve politikaların ve gerekse kapsayıcı ekonomik büyümenin, zenginliği tabana yayma, her vatandaşı bu ülkenin paydaşı yapma konusunda büyük bir destek sağladığı açık. Bu nedenle bu konuda daha fazla gayret gösterilmesi gerekiyor.

Son olarak, kaybolan güvenin yeniden tesisine ihtiyaç var. Yatırımın, istihdamın, refahın ve gelişmenin de temelinde güven unsuru var. Güven toplumlarında ekonomik büyüme daha istikrarlı ve kalıcı etkilere sahip oluyor. 

Aksi takdirde, önümüzdeki bir iki yıl hızlı büyüksek bile bunun istikrarlı bir şekilde devam etmeyeceğini, yerini yeni dalgalanmalara bırakacağını öngörmek zor değil.  

2 yorum:

  1. Gayet açıklayıcı olmuş

    YanıtlaSil
  2. Mantık değişmediği sürece istikrarlı ve kapsayıcı büyüme zor. Çocuklarımıza daha kötü koşullarda bir ülke bırakacağız sanki.

    YanıtlaSil