5 Ocak 2020 Pazar

Asıl Krizlerimiz

Son birkaç yüzyılda bu topraklarda yaşayan insanların hiç yabancı olmadıkları bir kavramdır kriz. Bakmayın dört harften oluşmuş, sıradan bir kelime gibi göründüğüne… Akşam evine ekmek götürmekte zorlanan emekçinin ve emeklinin diline pelesenk olmuş, kahve köşelerinin usta ekonomistlerinin çay sohbetlerinin bir numaralı gündem maddesi haline gelmiş, iş insanlarının yeni teşvik ve destekler için hükümetlerin kapısını çalmasına bahane edilmiş, işsizler ordusuna yeni neferler eklemiş, şirketler batıran ve yeri geldiğinde hükümet yıkan bir kavramdır kendisi. Ekonomik aktörlerin hepsi için olduğu kadar siyasetten sosyal psikolojiye kadar çok geniş bir etki alanına sahip olan bu kavramın değeri, ederinden daha fazladır aslında.

Ağzınızdan kriz kelimesi çıktığında, herkesin aklına ilk önce finansal krizler gelir. Dövizin, faizin, enflasyonun rutin dışına çıkıp hızla yükseldiği, borsanın, milli gelirin, ekonomik güvenin, satın alma gücünün taban yaptığı bir durumu ifade eder. Kamu maliyesinden şirket bilançolarına ve borsa endeksine kadar pek çok alanı kan kırmızıya boyayan kriz, sosyo-ekonomik yapıda artan işsizliğin, intiharların, hırsızlıkların, suçların ana müsebbibi haline gelir.


Ama ben bu yazıda yukarıda kısaca bahsettiğim meşhur krizden değil, henüz meşhur olmamış asıl krizden bahsedeceğim. Kapsama alanı finansal krizlerden daha büyük ve etki süresi çok daha uzun olan bu kriz türünü belki de ilk defa duyacaksınız.

Asıl Krizimiz

Sizi daha fazla meraklandırmadan başlayayım açıklamaya. Bahsettiğim bu kriz, “eskinin ölemediği ve yeninin doğamadığı anda yaşanan durum” olarak tanımlanıyor. Bir anlamda ‘dönüşüm krizi’ de diyebiliriz. Ne demek istediğimi örnekleriyle açıklamaya çalışayım.

Son birkaç yüzyıldır batılılaşma çabalarına sahne olan coğrafyamızda, sosyo-kültürel gelgitleri, değişimin anlamından ve bağlamından koparıldığı modernleşme gayretleri içinde kendimizi ne tam olarak batılı ne de tam olarak doğulu gibi hissediyoruz. Hangi coğrafyanın kültür atlasının bir parçasıyız sorusunun cevabını tam olarak bulamamış, biraz Asyalı, biraz Avrupalı ve biraz da Ortadoğu’lu bir kültürün kesişim alanında dolanıp duruyoruz. Pek çok konuda ortalama bir Ortadoğu insanı gibi hislerimizle düşünüyor, aklî olmayan refleksler veriyoruz. Sistemi kurallı işletip herkese eşit mesafede kalacağını söylediğimiz bir adalet ve siyaset mekanizmamız var ama uygulamada kurnazlığa prim verip, yapanın yanına kâr kaldığı bir düzeni alkışlıyoruz. Bakış açılarımızdaki bu bulanıklık, kültür atlasında kendimizi nereye koyacağımızı bilemememiz, bizim krizimizdir. Çünkü doğu ölmüyor, batı da doğamıyor bu coğrafyada…

Tarıma dayalı ekonomik sistemden sanayiye dayalı ekonomik sisteme geçmek isteyen bir ülkeyiz. Dahası bu durum son üç yüzyılımıza damga vurmuş. Üç yüzyıldır bunun için çabalıyor, yeni modeller deniyor, planlar ve programlar yapıyor, politikalar geliştiriyoruz. Ama bu süreç, doğamayan bir çocuğu karnında tutmak zorunda kalan bir annenin maddi-manevi sancısı gibi sancılı oluyor. Tarıma dayalı model ölmediği gibi sanayiye dayalı model de doğamıyor. Ne bir tarım ülkesiyiz, ne de tam bir sanayi ülkesi. Sancılı bir dönem yaşıyoruz ve bu bizim krizimizdir.

Monarşiden meşrutiyete, tek partiden çok partili hayata kadar pek çok yönetim biçimini deneyimlemiş, darbelerle halk iradesinin kesintiye uğradığı, çok partili olsa da asıl manada tam demokrasiye ulaşamamış bir yapıda yaşıyoruz. Siyasi partiler yasasının demokratik standartlardan uzak olduğu, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının zaman zaman dikkate bile alınmadığı, hukukun üstünlüğünden uzak, ne tam otokrasi ne tam demokrasi haline gelebildiğimiz bir yapıda, uluslararası kuruluşlar tarafından hibrit (melez) olarak tanımlanan demokrasimiz var.  Gerçek anlamda demokratik dönüşümü tesis edemediğimiz bu süreç, bizim krizimizdir.

Muhalefetteyken demokrasi, adalet, özgürlük, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve hesap verilebilirlik derken, iktidara gelince bunları unutup sistemden ve sistemin boşluklarından yararlanmayı siyaset yapmak olarak görüyoruz. Kişi odaklı ve kurnazlık eksenli siyaset ölemiyor bu topraklarda, toplum odaklı ve aklî siyaset de doğamıyor. Bu da bizim diğer bir krizimiz...

Cumhuriyetle birlikte eğitim alanında ciddi bir dönüşüm yaşamakla birlikte, eleştirel düşünceyi merkeze alan, ezbercilikten kurtulabilmiş, farklı fikirleri fitne değil zenginlik olarak gören, giydirilmiş insan kimliğinden bağımsız düşünebilen, sorgulamadan ve akıl imbiğinden geçirmeden kabullenmeyen bir insan modeli inşa etmeyi başaramadık. İnsanımızı ait olduğu ideolojik, siyasi, dini vb. üst kimlikten bağımsız da düşünebilen ve kendi kararlarını verebilen bir birey haline getiremedik. Bu yöndeki çabalar hem çok yavaş hem de çok cılız kaldı. Dolayısıyla temel eksiğimiz olan nitelikli ve geniş ufuklu insanı yetiştiremedik. Az sayıda nitelikli insanımızı da gelişmiş ülkelere kaptırdık. Geçmişte bir yazarın köşe yazısına başlık yaptığı sözle ifade edersek, ‘Gidemeyenlerin Ülkesi’ olduk. Çünkü gidebilecek niteliktekilerin hemen hepsi zaten gitti, gidiyor ve maalesef gidecek… Bu coğrafyada niteliksizlik ölmediği gibi nitelikli insan gücü de doğamıyor. Onlarca yıldır hamaset dolu sözler bu doğumu yaptırmaya yetmedi, yetmiyor. İşte, bu da bizim başka bir krizimiz…
 
Daha fazlası da var ama meramım anlaşılmıştır diye düşünüyorum. ‘Hocam boş ver bunları. Buraya kadar gelmişiz işte’ dediğinizi duyar gibiyim. Zaten önemli olan bundan sonrası… Çünkü buraya kadar geldiğimiz şekilde bundan sonrasını götürebilir miyiz? Asıl soru bu.

Ya Bundan Sonrası?

Yüzyıllardır sağa sola savrulan, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve politik anlamda esaslı krizler yaşayan bizler için bir çıkış yolu var mı? Bunun kısa bir cevabı, hap gibi bir tedavi yöntemi yok maalesef. Zor olan da burası zaten.

Toplumun uzun erimli bir düşünce sistemine sahip olmadığı, sabrın çoktan tüketildiği, toleransın yerinde yeller estiği bir ortamda, şu kadar yıl çalışacağız, 50-100 yıl sonrasında, uzun vadede bunu birlikte başaracağız demek insanları tatmin etmiyor. Çünkü John Maynard Keynes’in dediği gibi uzun vadede hepimiz öleceğiz.

Hiç kimse birkaç yüzyıllık sıkıntıların, krizlerin bedelini kendi ömrünü tüketerek ödemek istemiyor. Bedel ödemeden bir şeye sahip olmak mümkün olmadığına göre, yolumuz sancılı ve uzun görünüyor. Krizin krize eklendiği, matruşka gibi krizden kriz çıktığı bir bunalım dönemi, doğumları hızlandırır mı? Hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

1 yorum:

  1. Krizden krize ömrümüz geçti gitti. Nereye varacağız hocam bunun sonunda?

    YanıtlaSil