Ağzınızdan kriz kelimesi çıktığında, herkesin aklına ilk
önce finansal krizler gelir. Dövizin, faizin, enflasyonun rutin dışına çıkıp
hızla yükseldiği, borsanın, milli gelirin, ekonomik güvenin, satın alma gücünün
taban yaptığı bir durumu ifade eder. Kamu maliyesinden şirket bilançolarına ve
borsa endeksine kadar pek çok alanı kan kırmızıya boyayan kriz, sosyo-ekonomik
yapıda artan işsizliğin, intiharların, hırsızlıkların, suçların ana müsebbibi
haline gelir.
Ama ben bu yazıda yukarıda kısaca bahsettiğim meşhur krizden
değil, henüz meşhur olmamış asıl krizden bahsedeceğim. Kapsama alanı finansal
krizlerden daha büyük ve etki süresi çok daha uzun olan bu kriz türünü belki de
ilk defa duyacaksınız.
Asıl Krizimiz
Sizi daha fazla meraklandırmadan başlayayım açıklamaya.
Bahsettiğim bu kriz, “eskinin ölemediği
ve yeninin doğamadığı anda yaşanan durum” olarak tanımlanıyor. Bir anlamda ‘dönüşüm krizi’ de diyebiliriz. Ne
demek istediğimi örnekleriyle açıklamaya çalışayım.
Son birkaç yüzyıldır batılılaşma çabalarına sahne olan
coğrafyamızda, sosyo-kültürel gelgitleri, değişimin anlamından ve bağlamından
koparıldığı modernleşme gayretleri içinde kendimizi ne tam olarak batılı ne de
tam olarak doğulu gibi hissediyoruz. Hangi coğrafyanın kültür atlasının bir
parçasıyız sorusunun cevabını tam olarak bulamamış, biraz Asyalı, biraz
Avrupalı ve biraz da Ortadoğu’lu bir kültürün kesişim alanında dolanıp
duruyoruz. Pek çok konuda ortalama bir Ortadoğu insanı gibi hislerimizle
düşünüyor, aklî olmayan refleksler veriyoruz. Sistemi kurallı işletip herkese
eşit mesafede kalacağını söylediğimiz bir adalet ve siyaset mekanizmamız var
ama uygulamada kurnazlığa prim verip, yapanın yanına kâr kaldığı bir düzeni
alkışlıyoruz. Bakış açılarımızdaki bu bulanıklık, kültür atlasında kendimizi
nereye koyacağımızı bilemememiz, bizim krizimizdir. Çünkü doğu ölmüyor, batı da
doğamıyor bu coğrafyada…
Tarıma dayalı ekonomik sistemden sanayiye dayalı ekonomik
sisteme geçmek isteyen bir ülkeyiz. Dahası bu durum son üç yüzyılımıza damga
vurmuş. Üç yüzyıldır bunun için çabalıyor, yeni modeller deniyor, planlar ve
programlar yapıyor, politikalar geliştiriyoruz. Ama bu süreç, doğamayan bir
çocuğu karnında tutmak zorunda kalan bir annenin maddi-manevi sancısı gibi
sancılı oluyor. Tarıma dayalı model ölmediği gibi sanayiye dayalı model de
doğamıyor. Ne bir tarım ülkesiyiz, ne de tam bir sanayi ülkesi. Sancılı bir
dönem yaşıyoruz ve bu bizim krizimizdir.
Monarşiden meşrutiyete, tek partiden çok partili hayata
kadar pek çok yönetim biçimini deneyimlemiş, darbelerle halk iradesinin
kesintiye uğradığı, çok partili olsa da asıl manada tam demokrasiye ulaşamamış bir
yapıda yaşıyoruz. Siyasi partiler yasasının demokratik standartlardan uzak
olduğu, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının zaman
zaman dikkate bile alınmadığı, hukukun üstünlüğünden uzak, ne tam otokrasi ne
tam demokrasi haline gelebildiğimiz bir yapıda, uluslararası kuruluşlar
tarafından hibrit (melez) olarak tanımlanan demokrasimiz var. Gerçek anlamda demokratik dönüşümü tesis
edemediğimiz bu süreç, bizim krizimizdir.
Muhalefetteyken demokrasi, adalet, özgürlük, hukukun
üstünlüğü, şeffaflık ve hesap verilebilirlik derken, iktidara gelince bunları
unutup sistemden ve sistemin boşluklarından yararlanmayı siyaset yapmak olarak
görüyoruz. Kişi odaklı ve kurnazlık eksenli siyaset ölemiyor bu topraklarda,
toplum odaklı ve aklî siyaset de doğamıyor. Bu da bizim diğer bir krizimiz...
Cumhuriyetle birlikte eğitim alanında ciddi bir dönüşüm
yaşamakla birlikte, eleştirel düşünceyi merkeze alan, ezbercilikten
kurtulabilmiş, farklı fikirleri fitne değil zenginlik olarak gören, giydirilmiş
insan kimliğinden bağımsız düşünebilen, sorgulamadan ve akıl imbiğinden
geçirmeden kabullenmeyen bir insan modeli inşa etmeyi başaramadık. İnsanımızı ait
olduğu ideolojik, siyasi, dini vb. üst kimlikten bağımsız da düşünebilen ve
kendi kararlarını verebilen bir birey haline getiremedik. Bu yöndeki çabalar
hem çok yavaş hem de çok cılız kaldı. Dolayısıyla temel eksiğimiz olan
nitelikli ve geniş ufuklu insanı yetiştiremedik. Az sayıda nitelikli insanımızı
da gelişmiş ülkelere kaptırdık. Geçmişte bir yazarın köşe yazısına başlık
yaptığı sözle ifade edersek, ‘Gidemeyenlerin Ülkesi’ olduk. Çünkü gidebilecek
niteliktekilerin hemen hepsi zaten gitti, gidiyor ve maalesef gidecek… Bu
coğrafyada niteliksizlik ölmediği gibi nitelikli insan gücü de doğamıyor. Onlarca
yıldır hamaset dolu sözler bu doğumu yaptırmaya yetmedi, yetmiyor. İşte, bu da
bizim başka bir krizimiz…
Daha fazlası da var ama meramım anlaşılmıştır diye
düşünüyorum. ‘Hocam boş ver bunları. Buraya kadar gelmişiz işte’ dediğinizi
duyar gibiyim. Zaten önemli olan bundan sonrası… Çünkü buraya kadar geldiğimiz
şekilde bundan sonrasını götürebilir miyiz? Asıl soru bu.
Ya Bundan Sonrası?
Yüzyıllardır sağa sola savrulan, sosyo-kültürel,
sosyo-ekonomik ve politik anlamda esaslı krizler yaşayan bizler için bir çıkış
yolu var mı? Bunun kısa bir cevabı, hap gibi bir tedavi yöntemi yok maalesef.
Zor olan da burası zaten.
Toplumun uzun erimli bir düşünce sistemine sahip olmadığı,
sabrın çoktan tüketildiği, toleransın yerinde yeller estiği bir ortamda, şu
kadar yıl çalışacağız, 50-100 yıl sonrasında, uzun vadede bunu birlikte
başaracağız demek insanları tatmin etmiyor. Çünkü John Maynard Keynes’in dediği
gibi uzun vadede hepimiz öleceğiz.
Hiç kimse birkaç yüzyıllık sıkıntıların, krizlerin bedelini
kendi ömrünü tüketerek ödemek istemiyor. Bedel ödemeden bir şeye sahip olmak mümkün
olmadığına göre, yolumuz sancılı ve uzun görünüyor. Krizin krize eklendiği, matruşka
gibi krizden kriz çıktığı bir bunalım dönemi, doğumları hızlandırır mı? Hep birlikte
yaşayıp göreceğiz.
Krizden krize ömrümüz geçti gitti. Nereye varacağız hocam bunun sonunda?
YanıtlaSil